Tüm evren, tüm gerçeklik özneldir (subjektiftir). Nesnellik (objektiflik) yalnızca öznel bir durumun içinde varolabilir. Her nesne ve her durum, uzayda işgal ettiği alan içinde kendi nesnelliğini oluşturur ancak diğer nesnelliklere göre özneldir.*** Sorun öznel bir durumun içindeki nesnelliğin, “Bütün” için geçerli olan nesnellik sanılmasıdır; hatta bunda ısrar edilmesidir. Yani, kendi görüşüm, hayatım ele alındığında son derece nesneldir ama karşımdaki insana göre daima öznel olacaktır. Bu durumda görüşümün, tüm insanlar tarafından kabul edilmesi gereken nesnel bir görüş olduğuna inandığımda sorun çıkmaktadır. Bunda ısrar ettiğimde daha da büyük bir sorun çıkmaktadır. Kendi öznel nesnelliğim içinde bir Tanrı, Aydınlanma, iyi-kötü, doğru-yanlış, ruhsallık, sevgi gibi inançlar ya da tanımlar oluştururum. Bu inançlarımın ya da tanımlarımın mutlak tanımlar olduklarını düşündüğüm anda artık ne Tanrı’yı ne de Aydınlanma’yı bilme ihtimalim kalır. Bunun sebebi bilinemeyecek bir şeyi belli bir tanıma hapsetmiş olmam ve ardından bire bir o tanımı ararken gerçeği göremememdir; ya da Tanrı gibi tanımlanamayacak bir şeyi bir tanıma uymaya zorlamaya kalkmamdır.
Bu sebeple gerçekten nesnel olan gerçekliğe ulaşmak için kendi öznel nesnelliğimden kurtulmam gerekir. Kendi öznel nesnelliğimiz tıpkı insan bedenindeki bir hücreye benzer. Bu hücrenin içinden, anlayışımızı temsil eden çekirdek dışarıya çıkarıldığında hücre kendi içine doğru çökecek, yani ölecektir. Dolayısıyla kendi öznel nesnelliğimizden gönüllü olarak vazgeçtiğimizde, kendi öznel gerçekliğimiz çöker ve ister istemez inançlarımız ve anlayışımız anlamında ölürüz. Buna Taoizm’de Ru Ding ya da “Küçük Ölüm” denmektedir. Aynı zamanda diğer öğretilerdeki ölmeden ölmek, baş kesmek, kefen giymek gibi tanımlar hep bu durumu anlatmaktadır; yani kendi öznel nesnelliğimizden çıktıktan sonra artık geriye dönebileceğimiz bir öznelliğin kalmaması durumunu. Bu elbette korkutucudur; çünkü ego yani kim olduğumu tanımlayan şey özneldir; tıpkı bir hücre gibi sınırları ve kalıbı vardır. Oysa öznel sınırlarım ortadan kalktığında, beni tanımlayabilecek belli bir çerçevem de olamayacağı için artık “ben” diye tanımlayabileceğim bir “şey” kalmaz. Bu da ölmekten bile korkutucu ve beterdir. Ruhsal yolda ilerliyor(muş) gibi yaparken aslından o yoldan kaçmamızın sebebi budur.
Hayır! Aslında korkutucu değildir! Onu korkutucu hale getiren halen bu tanımsızlık durumunu ego’mun ya da öznelliğimin açısından görme ısrarımdır. Yani henüz tam olarak öznel nesnelliğimden vazgeçmemiş olmamdır. Öznelliğimden vazgeçtiğimde, kıyaslamalarımdan da vazgeçtiğim için artık bir şey olmak ya da olmamak bir ve aynı olur. Bu durumda bir kalıba sahip olmak ya da olmamak arasında bir fark kalmaz. Kendi öznelliğimden vazgeçtiğimde, kendimi bir anda nesnel bir durum içinde bulurum ve bu nesnelliğin içinde bir başlangıç ve bir son da olmadığını anlarım. Öznelliğimden gönüllü feragat ettiğim bu durumda bu sefer yavaş yavaş nesnelliğin içinde bir öznellik oluştuğunu fark ederim. Bu nesnel öznellik, kuantum fizikte de anlatılan “Dans vardır ama dansçı yoktur” paradoksuna benzer.
Tanımsız, başsız ve sonsuz olduğumda, doğmadığımda ve ölmeyeceğinde, ezeli ve ebedi olduğumda Nesnel bir Öznelliğe girerim.
Bu durum size birisini ya da bir şeyi anımsatıyor mu?
Sevgi, saygı ve dostlukla,
Cem Şen
Not:
*** Tıpkı kendi başına uzayda bir yer işgal eden ve kendi içindeki nesnelliği yaratan dünyanın kendi öznel zamanının olması ve bu zamanın, örneğin uzayda dünyaya göre farklı bir hızla hareket etmekte olan bir kuyrukluyıldızın üzerindeki zamandan farklı olması gibi, her durumun ve varlığın farklı bir öznelliği vardır. Fakat her durum ya da işgal edilen her uzay parçasının içinde değişmez, sabit, o parçanın içinde nereye hareket ederseniz edin geçerli olan nesnel gerçekler vardır. Fakat bu nesnel gerçekler yalnızca o öznel gerçekliğin içinde nesneldir, diğer öznel parçalarla kıyaslandığında nesnel değil öznel hale gelirler.