(İnternette şans eseri 10 yıl kadar önce sevgili Viktor Ananias’ın ricası ile Buğday Dergisi için yazdığım bir yazıya rastladım. Bazı eksikleri olsa da vahim hatalar yok :) Esin kaynağı olmasını umarım. -Cem Şen)

“İşte böyle oğlum, bunu bil.

Öz varlık gövdeyi bırakınca, gövde ölür. Fakat öz varlık ölmez.

Her şeyde bu öz varlıktan vardır.

Gerçek olan yalnız O’dur. O, her şeyin özüdür. İşte O, öz varlıktır.

Sen de O’sun Şvetekatu.”

“Ne olur bana biraz daha bu öz varlığı anlatın.”

“Peki öyle olsun.

Bana bir Hint inciri getir.”

“İşte burada efendim.”

“Onu yar.”

“Yardım efendim.”

“Ne görüyorsun?”

“Küçücük çekirdekleri var içinde.”

“Yar o çekirdeklerden birini.”

“Yardım efendim.”

“Şimdi ne görüyorsun?”

“İçi boş efendim.”

“İşte o çekirdeğin içindeki senin göremediğin özden koskoca Hint inciri ağacı oluşuyor. Bana inan oğlum, işte o incir çekirdeğindeki boşluk o öz ile doludur. Her şey varoluşunu o öze borçludur.

İşte gerçek budur. İşte o öz varlıktır.

Sen de O’sun.”

Chandogya Upanishad

BAŞLANGIÇTA bir şey yoktu. Yokluk, varlıkların yokluğundan meydana gelen bir yokluktu. Hiçbir şey yoktu; ama bu yokluk, bir boşluk durumu değildi. Olmayanın içinde olanın potansiyeli vardı. Ama olmayanın olan ile ilgili bir tasarımı yoktu. Eğer olan hakkında bir tasarımı olsaydı o zaman kendisini olmayandan olan durumuna getirmiş olurdu. Bu olmayan hiçlik, gene de garip bir şekilde, kendisi bunun farkında olmasa da olanın potansiyelini taşımaktaydı. Yokluk, kendisi aracılığıyla varlığın yaratılış sahnesinde sergilendiği bir varoluş dansının kaynağıydı. Derken, yokluğun içinde bir şey harekete geçti ve bu kendiliğinden hareket varlığın dansını başlattı. Yokluk dans etmeye başladığında, boşluğun içinde izler yaratıyordu. Bu izler zamanla madde olarak adlandırıldı ve dansın kendisi unutuldu. Varlıklar baktıklarında kendilerini var sanıp dansı göremediler ve yokluğun bu dansının neden olduğu hareketten başka bir şey olmayan kendilerini ve diğerlerini var sandılar. Oysa olan yoktu; olan, yalnızca olmayanın, dans ederken olmayan içinde bıraktığı bir izlenimdi.

Yukarıda anlattığım şey sizce ne olabilir? Felsefi bir şiirsellik çabası mı? Yoksa kuantum fiziğinin felsefi anlatımlarından biri mi? Belki de belli bir dinin yaratılış efsanesi? Ya da bir mistiğin gerçeği anlatma çabası içinde yarattığı ikilemli sözcükler.

Hem hepsi hem de hiçbirisi. Yukarıda anlatmaya çalıştığım şey, varoluşun dinamiğinden başka bir şey değil. Bu dinamik, pek çok dinde ve daha modern yaklaşımlarda anlatılmasına karşın, özde işte böyle bir şey. Varlık, yokluğun kendisini var sanmasından başka bir şey değil. Bu var sanma yanılgısı varlığın kendisini meydana getirmektedir.

Bu varoluş dinamiği yalnızca evrenin varoluşunu değil, her an meydana gelen sınırsız varoluş biçimlerini anlatmaktadır. Bu, aynı zamanda sizin bu dünyaya geliş biçiminizdir. Bizler, var olmayanın dansından başka bir şey değiliz.

Kendini dansçı sanan bizler ve tüm varoluş biçimleri, gerçekte birer dansçı değil, yalnızca ve yalnızca dansız. Varoluş dansında, dansçı yok, yalnızca dans var. Bir tohumun içindeki boşluktan koca bir Hint inciri ağacının doğuşu, Cem’in, annesi ve babasında Cem’in yokluğu durumundan Cem’in varlığı durumuna geçmesi, evreni oluşturan yokluğun yıldızları ve galaksileri yaratması, yalnızca ama yalnızca yokluğun varoluş dansı…

Yokluk nedir peki? Bunu anlatmak çok zor. Ama yokluğun potansiyel haldeki yaşam enerjisi olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Yokluğun dansı ise, potansiyel haldeki enerjinin varlıkları oluşturma aşamasındaki eylemidir.

Yaşam enerjisine farklı kültürler ve öğretiler tarafından farklı adlar verilmiştir. Hindistan’da prana, Eski Yunan’da fenoma, Tibet’te lung adını alan, Kalahari Buşmanlarınca num, Museviler’de ruh, Lakota Siyuları’nda neyatoneyah, Müslümanlık’ta baraka, Wilhelm Reich tarafından orgon olarak adlandırılan bu “gizemli” yaşam enerjisi hemen her kültürde bilinmekte, belirgin bazı kültürlerce ise pek de belirgin olmayan bir şekilde kullanılmaktadır.

Yaşamsal enerjinin ne olduğuna yönelik çağlar boyuca pek çok araştırma yapılmıştır ve bu araştırmaların sonuçları her zaman belirsiz felsefi tanımlamalar şeklinde olmuştur. Yakın zamanlarda yapılan daha bilimsel çalışmalar ise yaşamsal enerjinin bir tür elektrik direncine benzediği yönündedir. Ancak bu, kocaman bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Modern bilim yaşamsal enerjiyi keşfettiğini sanırken aslında onun belirtisini keşfetmiştir. Bu tıpkı, bir kablodan geçen elektriğin neden olduğu ısıyı keşfedip, onun elektriğin kendisi sanılması gibi bir yanılgıdır. Yaşamsal enerji keşfedilebilecek bir şey değil, yalnızca etkilerinin hissedilebileceği bir şeydir. Ancak keşfedilememesi onun kullanılamaması anlamına gelmemektedir. Keşfedilemeyeceğini söylerken, onun bir madde olarak bulunamayacağından bahsediyorum. Bir madde olarak varlığını belirleyebilmek olanaksızdır; çünkü yaşamsal enerji bir madde değil, yalnızca ve yalnızca olmayan ve olmayanın dansıdır. Onun varlığını anlamak için evrenin tamamına bakmak yeterli olacaktır.

Eski öğretiler bize, “Yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır,” diyor. Bu yakın zamanlarda keşfedilen holografik evren kuramına son derece uygun. Tek tanrılı dinlerin kitaplarında da “Tanrı, insanı kendi suretinde yarattı,” denmektedir. Bu doğru ancak eksik bir tanımlamadır. Doğrudur; çünkü insan gerçek anlamda evrenin küçültülmüş hali, mikrokozmostur. Evrende var olan her şey, her tür güç, her tür dinamik ve her tür varoluş durumu ve yasası insanın varlığında bulunmaktadır. Özellikle yaşamsal enerjiye yönelik qigong ya da pranayama çalışmaları sırasında yaşamsal enerjiyi bedeninde devindiren bir meditatör bunu çok belirgin bir şekilde hissedebilmektedir.

Eksiktir; çünkü bu tanımlama çok fazla etnosentrik, yani insan temelli, insanı evrenin efendisi konumuna getirme yönündeki korku dolu bir çabanın sonucudur. Doğru tanımlamanın daha çok şu şekilde olması gerekmektedir: “Tanrı, tüm varoluş biçimlerini kendi suretinde yaratmıştır.”

Bir tohum, kendi içinde hem kocaman bir ağaç ile ilgili her tür potansiyeli hem de evrenin tamamı ile ilgili her tür bilgiyi içermektedir. Yaşam enerjisinin dansı, varlıkların her tür potansiyel ile donanmalarını sağlamaktadır.

Yaşam enerjisinde aslında gizemli olan herhangi bir şey yoktur. Onu gizemli hale getirmek, son derece olağan bir şeyi olağandışı ve anlaşılması güç, neredeyse olanaksız bir şeye dönüştürmeye neden olmaktadır. Bu tür konular hakkında konuşmak genellikle insanlara bu tür şeyleri geliştirmek için çalışmalar yapmaktan daha kolay ve daha eğlenceli gelmektedir. Ancak yaşamsal enerji konusunda ciltler dolusu kitaplar okusanız da, yıllarınızı bu konuyu düşünmeye adasanız da elde edeceğiniz şey koskocaman bir hiçlikten başka bir şey olmayacaktır. Bu nedenle de yaşamsal enerji ve bu enerjinin dansı konusunda uzmanlaşmış ustalar, öğrencilerinin onu akılları ile anlama çabalarına sürekli olarak gülmüşlerdir. Yaşam enerjisini anlamanın en iyi yolu onunla bağlantıya geçmektir.

Çok sık olarak bu enerjinin azlığının vereceği zararlardan ve fazlalığının sağladığı yararlardan bahsedildiğini duyarız. Peki ama bu enerjinin fazlalığı ya da azlığı ne anlama gelmektedir? İnsanlar, yaşamsal enerjiyi düşündüklerinde onun “su” gibi bir madde olduğunu ve bedenin bu madde ile doldurulması gerektiğini düşünürler. Bu çok gülünçtür. Tıpkı bir kova dolusu suyun içine daha fazla su doldurmaya çalışmak gibi bir şeydir bu. Yaşamsal enerji, kendisi ile bedeninizi doldurabileceğiniz bir şey değildir. Zaten, bedeniniz, zihniniz ve ruhunuzun birarada oluşturduğu varlığınız yaşamsal enerjiden meydana gelmektedir. Yani bedeninizde eksik olan şey bu enerjinin miktarı değil, onun dansının niteliği ve kendi küçük dansımızın, büyük dans ile olan ilişkisinin biçimidir. Daha fazla enerjiye sahip olmak, dansın farkına varmak ve bu dans ile uyumlu bir şekilde hareket etmek ve dansımızın büyük dansın bir parçası olduğunu algılamaktan başka bir şey değildir.

Bunu başardıkça evrenin dansı içinde daha uzun bir rolünüzün ve daha zarif bir dansınızın olmaya başladığını fark edersiniz.

Unutmayın,dans eden bir evrende yaşıyoruz.

Dans edin!